23 Haziran 2021 Çarşamba

Meşeden Masa

Ben bir meşe ağacıyım, Zeus’un kutsal ağacı. 500 yaşına kadar hayatta kalarak birçok hayvanın evi olmuş olan bir ağacım. Artık dünyadaki varlığımı tamamladığım günlerde bir ormancı kesti beni, gövdemi aldı götürdü. Bir marangozun ellerine bıraktı. Marangoz elleriyle bana yeniden hayat verdi. Beni oydu, beni yonttu... Dört ayaklı bir masaya dönüştürdü, bir de çekmece oyarak tamamladı gövdemi. Yeni benliğime alışmaya çalışırken beni boyadığını fark ettim. Eski günlerimi anımsamayacağımı düşünüyorken beni maviye boyadı. Maviyi de çok severdim halen de seviyorum ya gerçi. Yüzlerce yıl, başımın üstünde duruşunu hatırladım. Önce bacaklarımı boyadı sonra inci gibi yazıların sayfalara döküleceği yüzeyimi. Güneşte kuruttu bedenimi…


Ben bir meşe ağacıydım, bir insanın elleri beni masaya dönüştürene kadar. Şimdi bir masayım. Dört ayaklı çekmeceli bir masa. Bundan sonraki hayatıma nasıl devam edeceğimi merak ettiğim günlerden birindeydim. Güneşli bir günde marangoz Hayri elinde çayı dükkânın kapısının önünde dinlenmenin keyfini çıkarıyordu. Radyoda Eleni çalıyordu. O gün o ince uzun Rum sokağında bir şey vardı. Ne olduğunu çözemediğim ama hissettiğim bir şey… Hayri çayını bitirip ağır ağır sandalyesinden kalkıp içeri doğru yöneldiği sırada sokağın başında o belirdi. Uzun sarı saçlarını savura savura o ince sokakta yürüyordu. Mor elbisesinin etekleri rüzgârdan uçuşurken yüzü tarifsizdi. Yeşile çalan ela gözlerine gün ışığı vuruyordu, ala çalan yanaklarıyla bana doğru yürüyordu. Dükkâna yaklaştığında yavaşladı. Tıpkı bir insan gibi bacaklarımın titrediğini hissediyordum. Neşeli sesiyle Hayri’ye doğru seslendi. Bakar mısınız? Hayri elleriyle şekil verdiği kerestesinden kafasını yavaşça kaldırdı. Buyurun hanımefendi dedi. Benim bir masaya ihtiyacım var dedi kadın. Hayri gülümseyerek kapıya doğru geldi, gözlerini kadından alamadığı o kadar belliydi ki, bu içimde daha önce hiç yaşamadığım bir duygunun belirmesini sebep oldu. Nasıl bir şey istiyorsunuz diye sordu Hayri, elinde onlarca masa varmış gibi. Beni göstermesini umut ederek konuşmalarını dinliyordum. Çekmecem heyecandan yerinden çıkacak, bacaklarımdan biri oracıkta kopup yere yığılacak gibiydi. Beklediğim an geldi ve Hayri beni gösterdi. Yanıma yaklaştı elini üzerimde dolaştırdı ve beni eve götürmeye karar verdi. Hayri’ye evet bunu alabilirim dediği anda sevinçle doldum.

Beni önce özenle iki yanımdan tutup bir araca yerleştirdiler sonra dördüncü kattaki evine bıraktılar. Evin hangi köşesine yerleştireceğini, üzerimde ne yazacağını, hangi kitapları okuyacağını merak ediyordum. Acaba yatak odasına mı koyacaktı yoksa oturma odasına pencerenin önüne mi? Benim için hiç fark etmezdi nerede durduğum, yatak odasına koysa uyurken izlerdim onu oturma odasına koysa gün içinde evin içinde dolaşmasını... Ah, ne büyük şanstı bu! Pencere kenarına, oturduğunda gökyüzüne seyre dalabileceği bir açıyla salonun köşesine yerleştirdi. Yasemin kokulu çamaşır suyuyla sildi, bir de küçük bir vazo kondurdu üzerime. Şimdi bu evin bir parçasıydım ve bundan sonra da… Salondaki tekli koltukta kitap okuyuşunu izliyordum, mutfakta yemek yapışını, camın kenarında ay ışığında kadehinden şarabını yudumlayışı... Tıpkı dallarımın göğe uzadığı günlerdeki gibi başımı döndürüyordu. Saatler kovalamaca oynadı, günler günleri sonlandırdı. Yoldaki ağaçlar yapraklarını döktü, kuru dallarına yağmur damlaları düştü. Dallarda çiçekler filizlendi.  Duvardaki asılı takvimden veya saatten anlamadığım zamanı pencerenin dışında kalan doğadan anlıyordum. Mevsimler aşina olduğum döngüde dönüp duruyordu. Eleni ’de değişik davranışlar gözlemliyordum. Adını hiç duymamıştım ama onu ilk gördüğümdeki şarkının etkisiyle hâlâ Eleni diyordum. Elenilerin en büyülüsüydü o. Mutfakta yemek yaparken eskisi gibi neşeli şarkılar söylemiyor, geceleri camın önünde dünyayı seyre dalmıyor, sabahları gökyüzüne karşı günün aymasına şükredercesine kahvesini yudumlamıyordu. Görüyordum acı çekiyordu! Işıl ışıl parlayan sarı saçları bile tıpkı mevsimi geçmiş papatya yaprakları gibi solmaya başlamıştı. Onu böylesine mahveden kederin ne olduğunu merak ediyordum ama soramıyordum. Bir gün elinde bir defterle çıkageldi. Siyah tükenmez bir kalemle. Çekmeceme yerleştirdi içine neler yazacağını kestirmeye çalıştığım o defteri. O gün mutfaktan evin içine balık kokusu yayılıyordu. Uzun zamandır uzo, balık keyfi yapmamıştı. Plaklarını karıştırdı bir plak yerleştirdi. Bir kadın sesi benzemez kimse sana diye bir şarkı söylüyordu. Bu bir Türk şarkısıydı, marangoz dükkânının yanındaki Türk komşunun radyosundan duyduğum şarkıydı bu. Müzeyyen Senar seslendiriyordu. Gecenin ilerleyen saatlerinde başıma oturdu, çekmecemdeki defteri çıkardı ve bir şeyler yazmak üzere ince, narin bileğini hareket ettirmeye başladı.

23.01.2040

Bugün sensizliğin sayısız günü…

25.01.2040

Yokluğuna alışamıyorum!

27.01.2040

Senden sonra tüm çiçekler soldu, tüm kuşlar göçtü.

30.01.2040

Geride kalmak değil, yarım kalmak kalbimde bir bıçak.

Belli aralıklarla birer cümlelik notlarla tuttuğu günlüğü çekmecemde öylece duruyordu. Defterdeki yazılar kabardıkça yüreğim kabarıyordu. Onun içindeki yangın beni yakıyordu. Bu böyle devam etti. Çekmeceme ikinci, üçüncü defter eklendi. Taşıyamıyordum artık defterlerdeki acı kelimelerin yükünü. Hırsızın biri gelsin bu defterleri çalsın istiyordum. Dışarıda rüzgârın olduğu bir akşamüstü elinde market poşetleriyle geldi. Sakince yemeğini yaptı evde derin  sessizliği dışarıdan gelen rüzgâr sesi, yaprakların yere sürtmesiyle çıkan hışırtı bozuyordu.   Tek kişilik koltuğunda battaniyenin altında elinde kadehiyle tavana bakarken elektrik kesildi. Hay aksi diye söylene söylene mutfağa doğru yürüdü. El yordamıyla bulduğu koca mumu yaktı salondaki küçük sehpayı yanına doğru çekip üzerine koydu. Sehpanın altındaki göze ilişti gözü orada aylarca öylece durmuş olan, yanından defalarca gelip geçtiği ama hiç açmadığı o albüme bakmaya başladı. Gözünden düşen damlaları sayıyordum… Gözyaşı durulunca alkolün de etkisiyle iki büklüm oturduğu yerde uyuyakaldı. Dışarıdaki şiddetlenen rüzgâr camı açtı, yavaş yavaş yanan mum sehpanın üzerine attığı fotoğrafların üstüne devrildi. Fotoğraf yavaş yavaş alev aldı. Uyanıp fark etmesini bekliyordum fakat o ölü gibi uyuyordu. Sarı saçları yüzüne düşmüş tatlı tatlı uyuyordu. Alevler kısa sürede evin içine dağıldı. Yandı, yandım, yandık… Bu kez ilk defa birlikte yandık! 

                                          

0 yorum:

Yorum Gönder