Ben bir meşe
ağacıyım, Zeus’un kutsal ağacı. 500 yaşına kadar hayatta kalarak birçok
hayvanın evi olmuş olan bir ağacım. Artık dünyadaki varlığımı tamamladığım günlerde bir ormancı
kesti beni, gövdemi aldı götürdü. Bir marangozun ellerine bıraktı. Marangoz
elleriyle bana yeniden hayat verdi. Beni oydu, beni yonttu... Dört ayaklı bir
masaya dönüştürdü, bir de çekmece oyarak tamamladı gövdemi. Yeni benliğime
alışmaya çalışırken beni boyadığını fark ettim. Eski günlerimi anımsamayacağımı
düşünüyorken beni maviye boyadı. Maviyi de çok severdim halen de seviyorum ya gerçi. Yüzlerce
yıl, başımın üstünde duruşunu hatırladım. Önce bacaklarımı boyadı sonra inci
gibi yazıların sayfalara döküleceği yüzeyimi. Güneşte kuruttu bedenimi…
Ben bir meşe
ağacıydım, bir insanın elleri beni masaya dönüştürene kadar. Şimdi bir masayım.
Dört ayaklı çekmeceli bir masa. Bundan sonraki hayatıma nasıl devam edeceğimi
merak ettiğim günlerden birindeydim. Güneşli bir günde marangoz Hayri elinde
çayı dükkânın kapısının önünde dinlenmenin keyfini çıkarıyordu. Radyoda Eleni
çalıyordu. O gün o ince uzun Rum sokağında bir şey vardı. Ne olduğunu
çözemediğim ama hissettiğim bir şey… Hayri çayını bitirip ağır ağır
sandalyesinden kalkıp içeri doğru yöneldiği sırada sokağın başında o belirdi.
Uzun sarı saçlarını savura savura o ince sokakta yürüyordu. Mor elbisesinin
etekleri rüzgârdan uçuşurken yüzü tarifsizdi. Yeşile çalan ela gözlerine gün
ışığı vuruyordu, ala çalan yanaklarıyla bana doğru yürüyordu. Dükkâna
yaklaştığında yavaşladı. Tıpkı bir insan gibi bacaklarımın titrediğini
hissediyordum. Neşeli sesiyle Hayri’ye doğru seslendi. Bakar mısınız? Hayri
elleriyle şekil verdiği kerestesinden kafasını yavaşça kaldırdı. Buyurun
hanımefendi dedi. Benim bir masaya ihtiyacım var dedi kadın. Hayri gülümseyerek
kapıya doğru geldi, gözlerini kadından alamadığı o kadar belliydi ki, bu içimde
daha önce hiç yaşamadığım bir duygunun belirmesini sebep oldu. Nasıl bir şey
istiyorsunuz diye sordu Hayri, elinde onlarca masa varmış gibi. Beni
göstermesini umut ederek konuşmalarını dinliyordum. Çekmecem heyecandan
yerinden çıkacak, bacaklarımdan biri oracıkta kopup yere yığılacak gibiydi. Beklediğim
an geldi ve Hayri beni gösterdi. Yanıma yaklaştı elini üzerimde dolaştırdı ve beni eve götürmeye karar verdi. Hayri’ye evet bunu alabilirim dediği anda sevinçle
doldum.
Beni önce özenle iki yanımdan tutup
bir araca yerleştirdiler sonra dördüncü kattaki evine bıraktılar. Evin
hangi köşesine yerleştireceğini, üzerimde ne yazacağını, hangi kitapları
okuyacağını merak ediyordum. Acaba yatak odasına mı koyacaktı yoksa oturma
odasına pencerenin önüne mi? Benim için hiç fark etmezdi nerede durduğum, yatak
odasına koysa uyurken izlerdim onu oturma odasına koysa gün içinde evin içinde
dolaşmasını... Ah, ne büyük şanstı bu! Pencere kenarına, oturduğunda gökyüzüne
seyre dalabileceği bir açıyla salonun köşesine yerleştirdi. Yasemin kokulu
çamaşır suyuyla sildi, bir de küçük bir vazo kondurdu üzerime. Şimdi bu evin
bir parçasıydım ve bundan sonra da… Salondaki tekli koltukta kitap okuyuşunu
izliyordum, mutfakta yemek yapışını, camın kenarında ay ışığında kadehinden
şarabını yudumlayışı... Tıpkı dallarımın göğe uzadığı günlerdeki gibi başımı
döndürüyordu. Saatler kovalamaca oynadı, günler günleri sonlandırdı. Yoldaki
ağaçlar yapraklarını döktü, kuru dallarına yağmur damlaları düştü. Dallarda
çiçekler filizlendi. Duvardaki asılı
takvimden veya saatten anlamadığım zamanı pencerenin dışında kalan doğadan
anlıyordum. Mevsimler aşina olduğum döngüde dönüp duruyordu. Eleni ’de değişik
davranışlar gözlemliyordum. Adını hiç duymamıştım ama onu ilk gördüğümdeki
şarkının etkisiyle hâlâ Eleni diyordum. Elenilerin en büyülüsüydü o.
Mutfakta yemek yaparken eskisi gibi neşeli şarkılar söylemiyor, geceleri camın
önünde dünyayı seyre dalmıyor, sabahları gökyüzüne karşı günün aymasına
şükredercesine kahvesini yudumlamıyordu. Görüyordum acı çekiyordu! Işıl ışıl
parlayan sarı saçları bile tıpkı mevsimi geçmiş papatya yaprakları gibi solmaya
başlamıştı. Onu böylesine mahveden kederin ne olduğunu merak ediyordum ama soramıyordum.
Bir gün elinde bir defterle çıkageldi. Siyah tükenmez bir kalemle. Çekmeceme
yerleştirdi içine neler yazacağını kestirmeye çalıştığım o defteri. O gün
mutfaktan evin içine balık kokusu yayılıyordu. Uzun zamandır uzo, balık keyfi
yapmamıştı. Plaklarını karıştırdı bir plak yerleştirdi. Bir kadın sesi benzemez
kimse sana diye bir şarkı söylüyordu. Bu bir Türk şarkısıydı, marangoz
dükkânının yanındaki Türk komşunun radyosundan duyduğum şarkıydı bu. Müzeyyen
Senar seslendiriyordu. Gecenin ilerleyen saatlerinde başıma oturdu,
çekmecemdeki defteri çıkardı ve bir şeyler yazmak üzere ince, narin bileğini
hareket ettirmeye başladı.
23.01.2040
Bugün sensizliğin
sayısız günü…
25.01.2040
Yokluğuna
alışamıyorum!
27.01.2040
Senden sonra tüm
çiçekler soldu, tüm kuşlar göçtü.
30.01.2040
Geride kalmak değil, yarım kalmak kalbimde bir bıçak.
Belli aralıklarla
birer cümlelik notlarla tuttuğu günlüğü çekmecemde öylece duruyordu. Defterdeki
yazılar kabardıkça yüreğim kabarıyordu. Onun içindeki yangın beni yakıyordu. Bu
böyle devam etti. Çekmeceme ikinci, üçüncü defter eklendi. Taşıyamıyordum artık
defterlerdeki acı kelimelerin yükünü. Hırsızın biri gelsin bu defterleri çalsın
istiyordum. Dışarıda rüzgârın olduğu bir akşamüstü elinde market poşetleriyle
geldi. Sakince yemeğini yaptı evde derin sessizliği dışarıdan gelen rüzgâr
sesi, yaprakların yere sürtmesiyle çıkan hışırtı bozuyordu. Tek kişilik koltuğunda battaniyenin
altında elinde kadehiyle tavana bakarken elektrik kesildi. Hay aksi diye
söylene söylene mutfağa doğru yürüdü. El yordamıyla bulduğu koca mumu yaktı
salondaki küçük sehpayı yanına doğru çekip üzerine koydu. Sehpanın altındaki
göze ilişti gözü orada aylarca öylece durmuş olan, yanından defalarca gelip
geçtiği ama hiç açmadığı o albüme bakmaya başladı. Gözünden düşen damlaları
sayıyordum… Gözyaşı durulunca alkolün de etkisiyle iki büklüm oturduğu yerde
uyuyakaldı. Dışarıdaki şiddetlenen rüzgâr camı açtı, yavaş yavaş yanan mum
sehpanın üzerine attığı fotoğrafların üstüne devrildi. Fotoğraf yavaş yavaş
alev aldı. Uyanıp fark etmesini bekliyordum fakat o ölü gibi uyuyordu. Sarı
saçları yüzüne düşmüş tatlı tatlı uyuyordu. Alevler kısa sürede evin içine
dağıldı. Yandı, yandım, yandık… Bu kez ilk defa birlikte yandık!