22 Haziran 2022 Çarşamba

 



Bir İhtimal Daha Var Mı?

 

‘Maziye Bakma, Mevzu Derin’ grup sergisinde yer alan Zeren Göktan’ın Bir İhtimal Daha Var boncuk işi Anıt Sayaç’ın bir parçası olarak Odun Pazarı Modern Müzesi’nde ilgileriyle buluşuyor. Anıt Sayaç 2008 yılından itibaren erkek şiddetiyle hayatını kaybeden kadınların sayısını ve isimlerini yıl yıl gösteren dijital bir sayaç. 


Zeren Göktan, Antikçağ Mısır’ının boncuk kefenlerinden esinlenerek tasarlamış bu işi. Mısır inanışında figürlerin anlattığı hikâyeler ölülere diğer öbür dünyada yol göstermesini, korumasını amaçlıyor. Boncuk işindeki işlenmiş QR kodları akıllı telefonuna okuttuğunuzda dijital sayacın web sitesine erişim sağlıyorsunuz. İşlemeler Ümraniye T. Tipi Kapalı Ceza İnfaz Kurumu’ndaki erkek hükümlüler tarafından yapılmış. 

Sözleri “Bir ihtimal daha var.
O da ölmek mi dersin?
Söyle canım ne dersin?” olan şarkı sözüne bir diğer ihtimalin yaşamak olduğunun baş kaldırası olarak boncuklarla Bir İhtimal Daha Var diyor. 

 

Göktan oluşturduğu anıtı için şunları söylüyor; “Pek çok ögenin bir araya gelmesiyle anıtsallaşan Sayaç’ ta, sayılar isme dönüşüyor; isimler de yan yana gelip anıtsallaşıyor. Güncelleniyor, arşiv oluşturuyor, bellek yaratıyor ve linklere bağlanıyor” diyerek anıtın amacını açıklıyor; “Kendi varlık sebebini yok etmek” olarak açıklıyor ve ekliyor: “Önlenemeyen, durdurulamayan bir şiddet dalgasında hayat bulan anıt, şiddetin sona ermesi için bir mesaj taşıyor. Anıt öldüğünde ve kadınlar yaşadığında anıt, amacına ulaşmış olacak.”

 

Bu boncuk işinde iki uç nokta var bir suçtan ötürü hüküm giyen erkeklerin kadın cinayeti işlemiş erkelere karşı emek veriyor olması. Sanatçı çalışmasını Geert Lovink’in, “beklenmedik ittifaklar üzerinden uzlaşma alanları yaratmak” sözüyle açıklıyor.

 

Anıt Sayaç ne yazık ki hiç durmadan çalışmaya devam ediyor. Her gün bir kadın için hop oturup hop kalkıyoruz. Kaybolan başına bir şey gelmeden bulunsun diye dualar ediyoruz, öldürülen için ağlıyor katili cezasını çeksin istiyoruz. Adalet yerini bulmadıkça da sinir krizleri geçiyoruz. Gerçekten büyük bir sabır sınavından geçiyoruz ve bizim artık bu sınavı vermek gibi bir derdimiz yok. Anıt Sayaç’ın durduğu o günün hayaliyle…

 

 

 

http://anitsayac.com/?year=2022

 

https://kadincinayetlerinidurduracagiz.net/haberler/239/kadin-cinayetleri-bu-sayacta

 

https://open.spotify.com/episode/53GhJzTwlah5uQUk85UwhW?si=69854ec422a140f8

 

18 Kasım 2021 Perşembe

Bir Kadın Daha

Bugün bir kadın daha öldürüldü. Bugün bir kadın daha katledildi. Bugün bir kadın daha erkek şiddetine kurban gitti. Bugün bir kadın daha…


Bugün bir kadın daha üçüncü sayfa haberlerine manşet, sosyal medyaya # konusu oldu. Peki, kaçınıcı kadın? Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu tarafından hazırlanan rapora göre Ekim ayında 18 kadın erkekler tarafından öldürüldü. 19 kadın ise şüpheli şekilde ölü bulundu. Detaylı raporu incelemenizi temenni ederek aşağıya link bırakacağım. Bir influencer linki kadar ilginizi çekeceğini sanmıyorum ama işte hâlâ bir umut merak duygusunu kaybetmeyen bir kişi varsa o bile yeter diyorum.

 Başak Cengiz tanıyor musunuz? Dün sorsam bu soruyu ben de tanımıyordum. Bugün tanıyorum bugün daha dün aynı sofrada yemek yemişizcesine tanıyorum. Dün benim için sıradan biri olan bir insan bugün kız kardeşim en yakın arkadaşım gibi. Nereden mi geldi birden bu samimiyet. Çünkü bir erkeğin ve hatta hiç tanımadığı bir erkeğin elleriyle hayattan uçup gitti. Bizim ortak acımız var onunla bu ülkede kadın olmak gibi. Cenazesinde elinden alınan hayatının kıymetini hiç anlamayacak on, yirmi, belki otuz hadi elli erkeğin nasıl bilirdiniz sorusa iyi bilirdik cevabını vereceğini onlarca kadından biri o. Acısının bu ülkedeki kadınlarını yaşadığı, ciğerinin dağlandığı, yüreğinin sıkıştığı onlarca, (ne onu ya) binlerce kadından biri. Başak Cengiz bugün her zamanki gibi Twitter’de açılan bir # ile gündemimize ateş gibi düştü.

 28 yaşındaki Başak Ataşehir'de hiç tanımadığı bir cani tarafından samuray kılıcıyla öldürüldü. Şimdi burada samuray kılıcı ayrıntısına dikkat edelim. Bir insan niye evinde samuray kılıcı bulundurur.  Hürriyet’in haberine göre katil Can Göktuğ Boz (27) ifadesinde evden çıkarken birini öldürmeyi planladığını, erkeğin kendisine karşı koyma ihtimaline karşılık bir kadını öldürmeye karar verdiğini söylediği öğrenilmiş.  Bir insanı kadın olduğu için öldürebileceğini erkeğe düşündüren sisteme ataerkil patriyarka diyoruz. Ataerkil toplumlar erkeği erkeklik üzerinden yücelterek toplumdaki yerini güç faktörü olarak belirler. Kadın görmeseydi dişine göre olduğunu düşündüğü, kendine karşılık veremeyecek bir erkeği de seçebilirdi. Çünkü bu sistemde erkek olmak da yetmez güçlü olman gerekir. Ben erkeğim bana bir şey olmaz sananlar varsa hatırlatmak isterim güçten düştüğünüz veya sağlık problemiyle kolay lokma göründüğünüz an bir caninin hedefinde bir bakmışsınız siz varsınız.

 Kadın cinayeti olduğunda zehir salan birileri hep çıkıyor. Geceyse o saatte orada ne işi varmış, o şortu giymeseymiş, onun evine gitmeseymiş. Peki, beynini zehirli sarmaşık sarmış kişiler şimdi söyleyin hiç tanımadığı bir adamın arkadan gelip öldürdüğü Başak’ın suçu neydi. Aaa kötü haber kadına suç atacağınız hiçbir bahane Başak’ta yok. Tüh bak üzüldünüz değil mi? Şimdi siz bir insanın ölmesine değil de buna üzülmüşsünüzdür. Başak’ın babası cenazesinde kızının okuması için emekli olduktan sonra 5 sene daha çalıştığını söylemiş. Aileler için bir çocuğu büyütmek zorken tam hayatı düzene girecek diye beklediği çocuğunu toprağa vermek ne kadar acı. İnsan düşününce çıldıracak gibi oluyor yaşayanlara sabır dilemek de çok kolaya kaçmak gibi geliyor bana.   


Erkekler Bu Gücü Nereden Alıyor?
Tek bir kelime ile ataerkillikten.  

Ne Yapılıyor?

Hiçbir şey, koca bir hiç.


Bu ülkede insanlar öldürülüyor, şiddete maruz kalıyor. Hiçbir şey değişmiyor. Kadınlar İstanbul Sözleşmesine sarıldıkça, yaşamak hakkını korumaya çalıştıkça sözleşme yok ediliyor.

Bir gün bir kadının önüne gelen erkeği öldüre öldüre sokakta yürüdüğünü düşünsenize adını bilmediğim bilgisayar oyunlarındaki gibi. Kadınlar öfkelenmez sanıyorlar tam tersi gün geçtikçe büyüyor öfkeleri, sadece mantığa yatkın olmayan şeylere kendilerini kapatmayı başarıyorlar. Hayal etmesi bile yok artık daha neler dedirtti, hatta komik geldi size değil mi? ama hayal bile edemeyeceğiniz ne çok ölüm yöntemi bu ülkedeki kadınların üzerinde uygulandı bir hatırlayın.

Gerçekler sarsıcı, yaşananlar çok acı. Ben bu yazıyı dişimi sıkarak yazacak kadar öfkeliyim. Bu ülkede yaşayan ve yolda biri tarafından başına bir şey gelebileceği endişesi ile karanlık yoldan geçerken telefonla konuşan yüzlerce kadından biriyim. Yine ben sosyal medya gündemine # ile düşmekten korkan onlarca kadından biriyim. Mesele kadın- erkek meselesi olmaktan çoktan çıktı hak mücadelemiz yaşam mücadelesine döndü.  Bizim kaybetmeye hiç niyetimiz yok.

Hayatları ellerinden alınan tüm kadınlara saygıyla hiçbirinizi unutmayacağız.

http://kadincinayetlerinidurduracagiz.net/veriler/2994/kadin-cinayetlerini-durduracagiz-platformu-ekim-2021-raporu

https://www.hurriyet.com.tr/gundem/mimar-basak-cengizin-atasehirde-korkunc-olumu-samuray-kilicli-katil-can-goktug-boz-tutuklandi-41936368

27 Ekim 2021 Çarşamba

Ben Değilim


Sevdiğin kadın değilim

Yokluğunla yoğrulduğumdan beri 

Seviştiğin kadın değilim

Başka tende kaybolduğundan beri

Ben, sen değilim 

Aynada seni göremediğimden beri

Gitmiş biriyim

Kanattıklarında boğulduğumdan beri

Vazgeçmiş biriyim 

Uyuduğumuz yataklar değiştiğinden beri 

Ben o sevdiğin kadın değilim 

Değilim…

23 Haziran 2021 Çarşamba

Meşeden Masa

Ben bir meşe ağacıyım, Zeus’un kutsal ağacı. 500 yaşına kadar hayatta kalarak birçok hayvanın evi olmuş olan bir ağacım. Artık dünyadaki varlığımı tamamladığım günlerde bir ormancı kesti beni, gövdemi aldı götürdü. Bir marangozun ellerine bıraktı. Marangoz elleriyle bana yeniden hayat verdi. Beni oydu, beni yonttu... Dört ayaklı bir masaya dönüştürdü, bir de çekmece oyarak tamamladı gövdemi. Yeni benliğime alışmaya çalışırken beni boyadığını fark ettim. Eski günlerimi anımsamayacağımı düşünüyorken beni maviye boyadı. Maviyi de çok severdim halen de seviyorum ya gerçi. Yüzlerce yıl, başımın üstünde duruşunu hatırladım. Önce bacaklarımı boyadı sonra inci gibi yazıların sayfalara döküleceği yüzeyimi. Güneşte kuruttu bedenimi…


Ben bir meşe ağacıydım, bir insanın elleri beni masaya dönüştürene kadar. Şimdi bir masayım. Dört ayaklı çekmeceli bir masa. Bundan sonraki hayatıma nasıl devam edeceğimi merak ettiğim günlerden birindeydim. Güneşli bir günde marangoz Hayri elinde çayı dükkânın kapısının önünde dinlenmenin keyfini çıkarıyordu. Radyoda Eleni çalıyordu. O gün o ince uzun Rum sokağında bir şey vardı. Ne olduğunu çözemediğim ama hissettiğim bir şey… Hayri çayını bitirip ağır ağır sandalyesinden kalkıp içeri doğru yöneldiği sırada sokağın başında o belirdi. Uzun sarı saçlarını savura savura o ince sokakta yürüyordu. Mor elbisesinin etekleri rüzgârdan uçuşurken yüzü tarifsizdi. Yeşile çalan ela gözlerine gün ışığı vuruyordu, ala çalan yanaklarıyla bana doğru yürüyordu. Dükkâna yaklaştığında yavaşladı. Tıpkı bir insan gibi bacaklarımın titrediğini hissediyordum. Neşeli sesiyle Hayri’ye doğru seslendi. Bakar mısınız? Hayri elleriyle şekil verdiği kerestesinden kafasını yavaşça kaldırdı. Buyurun hanımefendi dedi. Benim bir masaya ihtiyacım var dedi kadın. Hayri gülümseyerek kapıya doğru geldi, gözlerini kadından alamadığı o kadar belliydi ki, bu içimde daha önce hiç yaşamadığım bir duygunun belirmesini sebep oldu. Nasıl bir şey istiyorsunuz diye sordu Hayri, elinde onlarca masa varmış gibi. Beni göstermesini umut ederek konuşmalarını dinliyordum. Çekmecem heyecandan yerinden çıkacak, bacaklarımdan biri oracıkta kopup yere yığılacak gibiydi. Beklediğim an geldi ve Hayri beni gösterdi. Yanıma yaklaştı elini üzerimde dolaştırdı ve beni eve götürmeye karar verdi. Hayri’ye evet bunu alabilirim dediği anda sevinçle doldum.

Beni önce özenle iki yanımdan tutup bir araca yerleştirdiler sonra dördüncü kattaki evine bıraktılar. Evin hangi köşesine yerleştireceğini, üzerimde ne yazacağını, hangi kitapları okuyacağını merak ediyordum. Acaba yatak odasına mı koyacaktı yoksa oturma odasına pencerenin önüne mi? Benim için hiç fark etmezdi nerede durduğum, yatak odasına koysa uyurken izlerdim onu oturma odasına koysa gün içinde evin içinde dolaşmasını... Ah, ne büyük şanstı bu! Pencere kenarına, oturduğunda gökyüzüne seyre dalabileceği bir açıyla salonun köşesine yerleştirdi. Yasemin kokulu çamaşır suyuyla sildi, bir de küçük bir vazo kondurdu üzerime. Şimdi bu evin bir parçasıydım ve bundan sonra da… Salondaki tekli koltukta kitap okuyuşunu izliyordum, mutfakta yemek yapışını, camın kenarında ay ışığında kadehinden şarabını yudumlayışı... Tıpkı dallarımın göğe uzadığı günlerdeki gibi başımı döndürüyordu. Saatler kovalamaca oynadı, günler günleri sonlandırdı. Yoldaki ağaçlar yapraklarını döktü, kuru dallarına yağmur damlaları düştü. Dallarda çiçekler filizlendi.  Duvardaki asılı takvimden veya saatten anlamadığım zamanı pencerenin dışında kalan doğadan anlıyordum. Mevsimler aşina olduğum döngüde dönüp duruyordu. Eleni ’de değişik davranışlar gözlemliyordum. Adını hiç duymamıştım ama onu ilk gördüğümdeki şarkının etkisiyle hâlâ Eleni diyordum. Elenilerin en büyülüsüydü o. Mutfakta yemek yaparken eskisi gibi neşeli şarkılar söylemiyor, geceleri camın önünde dünyayı seyre dalmıyor, sabahları gökyüzüne karşı günün aymasına şükredercesine kahvesini yudumlamıyordu. Görüyordum acı çekiyordu! Işıl ışıl parlayan sarı saçları bile tıpkı mevsimi geçmiş papatya yaprakları gibi solmaya başlamıştı. Onu böylesine mahveden kederin ne olduğunu merak ediyordum ama soramıyordum. Bir gün elinde bir defterle çıkageldi. Siyah tükenmez bir kalemle. Çekmeceme yerleştirdi içine neler yazacağını kestirmeye çalıştığım o defteri. O gün mutfaktan evin içine balık kokusu yayılıyordu. Uzun zamandır uzo, balık keyfi yapmamıştı. Plaklarını karıştırdı bir plak yerleştirdi. Bir kadın sesi benzemez kimse sana diye bir şarkı söylüyordu. Bu bir Türk şarkısıydı, marangoz dükkânının yanındaki Türk komşunun radyosundan duyduğum şarkıydı bu. Müzeyyen Senar seslendiriyordu. Gecenin ilerleyen saatlerinde başıma oturdu, çekmecemdeki defteri çıkardı ve bir şeyler yazmak üzere ince, narin bileğini hareket ettirmeye başladı.

23.01.2040

Bugün sensizliğin sayısız günü…

25.01.2040

Yokluğuna alışamıyorum!

27.01.2040

Senden sonra tüm çiçekler soldu, tüm kuşlar göçtü.

30.01.2040

Geride kalmak değil, yarım kalmak kalbimde bir bıçak.

Belli aralıklarla birer cümlelik notlarla tuttuğu günlüğü çekmecemde öylece duruyordu. Defterdeki yazılar kabardıkça yüreğim kabarıyordu. Onun içindeki yangın beni yakıyordu. Bu böyle devam etti. Çekmeceme ikinci, üçüncü defter eklendi. Taşıyamıyordum artık defterlerdeki acı kelimelerin yükünü. Hırsızın biri gelsin bu defterleri çalsın istiyordum. Dışarıda rüzgârın olduğu bir akşamüstü elinde market poşetleriyle geldi. Sakince yemeğini yaptı evde derin  sessizliği dışarıdan gelen rüzgâr sesi, yaprakların yere sürtmesiyle çıkan hışırtı bozuyordu.   Tek kişilik koltuğunda battaniyenin altında elinde kadehiyle tavana bakarken elektrik kesildi. Hay aksi diye söylene söylene mutfağa doğru yürüdü. El yordamıyla bulduğu koca mumu yaktı salondaki küçük sehpayı yanına doğru çekip üzerine koydu. Sehpanın altındaki göze ilişti gözü orada aylarca öylece durmuş olan, yanından defalarca gelip geçtiği ama hiç açmadığı o albüme bakmaya başladı. Gözünden düşen damlaları sayıyordum… Gözyaşı durulunca alkolün de etkisiyle iki büklüm oturduğu yerde uyuyakaldı. Dışarıdaki şiddetlenen rüzgâr camı açtı, yavaş yavaş yanan mum sehpanın üzerine attığı fotoğrafların üstüne devrildi. Fotoğraf yavaş yavaş alev aldı. Uyanıp fark etmesini bekliyordum fakat o ölü gibi uyuyordu. Sarı saçları yüzüne düşmüş tatlı tatlı uyuyordu. Alevler kısa sürede evin içine dağıldı. Yandı, yandım, yandık… Bu kez ilk defa birlikte yandık! 

                                          

27 Temmuz 2020 Pazartesi

#AklınıKoru



İki gün önce bir tweete denk geldim kadın yaşadığı şehirde pijama ile gece yarısında sokağa korkmadan çıkabildiğinden bunun sebebinin o ülkenin insanlarının çok iyi olması değil yasaların caydırıcı olması olduğunu söylüyordu. Bir süredir İstanbul yasasının gerekliliğinin tartışıldığı bir ülkenin vatandaşı olarak sorguladım, kendimi, ülkemi, her şeyi…


Çok kısa bir süre önce bir kadını daha kaybettik. Cümledeki daha kelimesi insanı nasıl yaralıyor. Pınar Gültekin cinayete kurban giden kadınlardan bir tanesi daha. Pınar’ı eski sevgilisi öldürdü.  Pınar’ın ölümü çok acıydı ama daha acısı arkasından yazılanlardı. Biz ülkece yaşadığımız her olayda Twitter’de kin kusmayı seviyoruz hatta bazen lağıma dönüşüyor.  Su testisi su yolunda kırılır yazanlar oldu, su testisi neydi, yolu nereden geçiyordu, nasıl kırılır bunu bir tek kendi hayal dünyası içinde kurdu.  Kadılar yeter dedi, kadına şiddet son bulsun diye isyan etti. Bazı kadınlar bir kadının öldürülmesine tepki vermek için katili yereceğim diye hiç suçu olmayan başka kadını ezdi geçti. Şöyle diyordu kadının evli erkekle ne işi vardı diye değil, evli erkeğin bekâr kadınla ne işi vardı diye soracaksınız. Evli olması erkeğin problemi. Şimdi bunu yazan katili eleştirdi bu şekilde öyle mi? Yok canım ya bu yorum dümdüz toplumu batırmak. Evlilik bir problem mi ilişki için sorun teşkil etsin. Aldatmak,  toplumun ahlakını çürüten bir eylemdir. Aldatan yalan söyler, eşine söyler çevresine söyler. En yakınlarını kandıran insan herkesi kandırır ve böyle böyle toplum çöker.  Eğer aldatma varsa aldatan erkek kadar aldattığı kadının da eylemde paydası var demektir.  Bir tarafa yıkmak çok ahmakça! Belki kadın erkeğin evli olduğunu bilmiyordu bu da bir ihtimal çünkü evli olduğunu gizleyip bekâr kadınlar ile görüşen erkek sayısı çok fazla. Kadına bunun aslını astarını soramıyoruz, neden evli birinin hayatında oldun diye soramıyoruz. Çünkü öldürüldü! Açıklama şansı olmayan, ne yaşadığını bilmediğimiz hayatlar hakkında yorum yapmaya hakkımız yok ahlak polisliğini bırakalım. Dert etmemiz gereken bir insanı kimsenin öldürmeye hakkı olmadığı. Tepki verirken keşke biraz tartsak ağzımızdan çıkanı. Geride bir de aldatılan eş ve küçük bir kız çocuğu kaldı.
Şiddete her zaman kadınlar maruz kaldığı için kadın cinayetleri diyoruz ama cinayet, cinayettir. İşte İstanbul sözleşmesi de insanı, insan olarak koruma altına almaya çalışıyor. İstanbul sözleşmesi hakkında bilgi edinmek istiyor ama uzun uzun metinleri okumaya üşeniyorsanız buyurun dinleyebilirsiniz.(https://open.spotify.com/episode/7CpW04doCEW5CIJz3GIwAw?si=R7XwbIg9RMChy2LrxeITsQ).  Bu podcast bölümde tam metni seslendiriliyor. Yok, bu çok uzun dinleyemem diyorsanız Deniz Dülgeroğlu Merdiven Altı Terapi adını verdiği podcast serisinin (https://open.spotify.com/episode/3lH6lvL0CDfVkuyauJfWsF?si=dbQmrENzS3aHQ-NqiiwM-Q) bu bölümünde kısa sürede çok da anlaşılır biçimde anlatıyor. Devletin bizi korumasını bekliyoruz, yasaların bizi korumasını bekliyoruz. Bekliyoruz, Bekliyoruz, Bekliyoruz… Baktık beklerken ölüyoruz, beklemeyi bırakıp kendimizi korumaya niye başlamıyoruz? Pınar’ın öldürülmesinin ardından birkaç spor salonunun savunma sporları kursları kadınlara ve kız çocuklarına ücretsizdir diye duyurduğunu gördüm. Ben bu konuda uzun zamandır düşünüyorum. Kadınlar, erkeklere göre daha narindir, kas yapıları farklıdır vs. tarzında iddialar ile kadının erkek ile fiziksel olarak eşit olmasının mümkün olmadığı ayrımı var. Diyorum ki hadi oradan! Beden yapılarının farklı olması evet olağan ama kadının güçlü olması imkânsız ise Google Türk kadın halterciler yazın bir bakalım. Aradığınız sonuca ulaşılamıyor mu diyecek yoksa bir isim listesi mi çıkacak! Eee, hani kadın fıtrat gereği narindi. 3 yıl önce Malatya’da Mustafa Günaydın ile Kali Escirama sporu hakkına sohbet etmiştik. Bu sporun temelinde saldıran kişiyi etkisiz hala getirmek olduğunu söylemişti. Savunma yani savunma. O güne kadar böyle bir sporun varlığından bile haberdar değildim. Spora başlama şartlarında kilo, yaş, cinsiyet gibi hiçbir fiziki şart yok. Hiçbir spor dalında yok. O zamanda kendimizi, kendimizin koruması gerektiğini düşünüyormuşum ki bu spor hakkında yazmışım. Merak etmenizi umarak (http://ozgesvr.blogspot.com/2017/11/spor-degil-guvence.html) buraya bıraktım. Çocukluğunu kısa, zayıf, minik olarak görülmüş biri olarak sporla tanışmam çok uzun yıllar sonra oldu. Toplum, kültürel yapı yine ekranlarda! Eğer bir kız çocuğu sen kızsın onu kaldıramazsın, onu yapma, koşma şeklinde büyütülürse elbette ki bedenin gelişimi etkilenecektir. Çocuk psikolojik olarak bundan etkilenip yetişkin bir birey olduğunda kendini diğerlerinden güçsüz hissedecektir. Spora hiç ilgi duymamış bir çocuktum ama evde tek başıma ranzayı sokup yerini değiştirebiliyordum.   Küçük olmaya çok da takılmamam gerekmiş atom karınca da küçüktü sonuçta.  Sevgili kadınlar ve genç kızlar biraz araştırırsanız çok çeşitli savunma sporları olduğunu göreceksiniz mutlaka biri ilginizi çekecektir. Belki de artık korunmak için mücadele ederken kendimizi korumayı da öğrenmenin farklı yollarının keşfetmeliyiz.

Biz daha Pınar’ın ölmesini sindirememiştik bu kez de bir köpeğin ölüm haberi geldi. Küçük köpekçik bir arabanın altında kalıp can vermemişti.  O da öldürülmüştü.  Köpeğe tecavüz ettiği iddiası ile sosyal medyada tepki toplayan kişi tutuklandı. Adalet sürecini he birlikte göreceğiz. Birbirine tekme tokat dalan, bir gün seviyorum deyip öteki gün öldüren bir toplum haline geldik. Sapıklar, katiller vs. diyerek suçluları tek kelimeye sıkıştırmamalıyız. Bir canlıya zarar vermek ağır çok ağır. Altında yatan psikolojik etkenler araştırılmalı diye düşünüyorum. Çocukluğuna inilmeli çok klişesi öyle haklı ki çocukluğunda şiddeti normal olarak görmüş bireyler bunun normal olduğunu savunuyor. Her şey yine dönüp dolaşıp Freud’un Psikoseksüel Gelişim Evrelerine geliyor.  Çok üzücü ki ruh sağlığını yitirmiş bir ülkeyiz.

 Ülkece acil olarak ruhumuzu iyileştirmeliyiz. Konunun ne oluğuna bakılmaksızın küçük bir alevde tutuşan ormanlar gibiyiz. Sönmeye çalışmak yerine, yakmamayı öğrenmeliyiz…


Görsel: Sude Deliooğlu

24 Mart 2020 Salı

Erkeksiz Bir Dünya



Bu yılda martın sekizini geride bıraktık.  Kadın haklarına dikkat çekilen, kadın cinayetlerine isyan edilen bir gün olarak eril iktidara karşı mücadele edilen bir gün olmaya devam ediyor 8 Mart.
Kadına yönelik şiddet haberleri gördüğünüzde ya da bu kaçıncı kadın cinayeti diye sinirlendiğinizde erkekler olmasaydı diye düşündüğünüz oluyor mu? Dünya nasıl bir yer olurdu diye hayal ettiğim anlar oluyor benim ne yalan söyleyeyim.

İşte o hayalimi Cem Akaş kurgulamış ve Y romanı ortaya çıkmış. Can yayınlarından 2018 yılında çıkmış olan kitap okuyucuya kadınların ülkesini sunuyor. Kadınların yönettiği, sadece kadınların olduğu bir dünyanın nasıl olacağı noktasının yanında dünyada yapayalnız kalmış bir erkeğin romanı. Okurken bitmesini istemediğim bitirdiğimde de niye daha önce okumadım diye kedime söylendiğim bir kitap Y. Ayrıca yalnızca kadınların olduğu bir dünyayı erkek bir yazarın kaleme alması da dikkat çekici.

Kitap üç ana bölümden oluşuyor. Birinci bölüm yüz elli yıldan fazla süredir erkek neslinin tükendiği sadece kadınların yaşamlarını sürdürdüğü bir dünyaya Y kromozomlu bir bebeğin gelmesi ile başlıyor. İki kadın karakter bir sabah kapılarının önünde bir bebek buluyor. Cinsiyetini gördükten sonra bebek ile iki kadının hayatı değişiyor. Bu iki kadın onu devlete teslim etmek yerine gizlice bakmaya karar veriyorlar. Kadınların bu kararı ataerkil düzen yok olmuşken tekrar bir erkeğin yaşama şansı bulması değişen tüm dünya düzenine karşı bir ihanet mi? Büyükanne Zelda karakterinin bebeğe karşı ön yargısının yanında soykırıma varan erkek katliamlarının yapıldığını Zenda karakterinin nefreti üzerinden bahsetmekte. Kadınların da gücü elinde bulundurduğunda karşı oldukları davranışları sergileyebileceğini sorgulatıyor. Constantine kadın egemen bir dünyada kız çocuğu gibi yetiştirilmeye çalışılıyor. İkinci bölümde farklı bir anlatı tarzı ile karşılaşıyoruz. Gelecekte olanları anlatan bir haberci anlatısı ile Constantine erkek olduğu öğrenildiğinde başına gelenler sürükleyici bir şekilde işleniyor. Erkek nefretiyle başa çıkamayan kadınların ne kadar vahşileşebileceğini ortaya çıkarıyor. Erkeklerin olmadığı bir dünyanın tadını yaşarken bazı kadınların erkek görünümlü olması penisli kadınların olması aslında dünyada kadın-erkek arasında doğal bir dengenin olduğunu ve biri olmadan birinin bir şekilde onu aradığını gösteriyor.  Üçüncü bölüm artık erkek kimliği ile hayatına devam eden Constatine İstanbul’da yaşayan bir yazar oluşu üzerinden gidiyor. Bu bölüm bir kadının Constatine ’ye yönelttiği sorular ile röportaj bölümü olarak kitabı sonlandırıyor.

Yazar bir erkeğin tek kalmasından kaynaklı yaşadığı bunalımı ve biyolojik kimliğini korumaya çalışırken verdiği mücadeleyi okuyucuya aktarmış. Çoğu cümlede içinize dönüp böyle bir durumda ben ne yapardım sorusunu sorduran Y tekrar tekrar okunmayı hak eden bir eser bence.

2 Mart 2020 Pazartesi

Kırgınlık Üzerine



Kırık parçalarımı saklıyor olmanın bir faydasını görmedim. Kırık, dökük anılar öyle çekmecelerde saklamaya değer birer fotoğraf değil. Hem zaten o süslü cam çerçeveler de yere düştü. Süpürüp çöpe attım. Fotoğrafı çekmeceye kaldırdım. 

Geçmişi saklamak ile geçmişi kabullenmek arasındaki farkı gördüm. Affetmek de gizliymiş meğer bilmece. Oyunun şifresi buymuş çözdüm. Kendimi sarmanın yolunun kendimi kanatmaktan geçtiğini yaşayarak anladım. Şifalandım, şifa oldum…

Bir başkasından bulamayacağım sevgiyi aynada buldum. İnsanı en çok kendisi yoruyor ama insan hep başkasında arıyormuş suçu. Yorgun döşeğimde sabahladığım gecelerde tanışım adalet ile. 


Kendine kırılmak ağır bir yük. Sen istemezsen kimse ama kimse yaralayamaz seni. Sustuğum anlarda ruhumun haykırdığını hissettim. Sen istemezsen diyordu yaralanmak isteme, bunu yapma kendine.

Kırgın parçalarımı yapıştırmaktan vazgeçtiğim gün büyüdüm. Susmayı, kandırmayı, geçmişe takılıp kalmayı sorguladığımda büyüdüm. Yalnız değil tek başına güçlü olmanın güzelliğini gözlerimdeki ışıltıda gördüğümde anladım. Kırgınlık, belimi büken bir yükmüş silkelendiğimde hafifledim.


Görsel: Pablo Picasso 'Ayna Karşısındaki Kız'