Sibel Hürtaş’ın kaleme aldığı ‘Canına Tak Edenler’
kitabı 2014 yılında İletişim Yayınlarında çıkarak okuyucuyu ile buluşmuş bir
eser. Yazar, teşekkür kısmıyla kitabına başlıyor ve yola birlikte çıktığı,
kadınlar ile yaptıkları sohbetler sırasında yeni kapılar açan Özlem Albayrak ve
Alp Ardıç’a teşekkür ediyor ve birçok kişiye daha tabii ki ben ortak çalıştığı
iki ismi belirtmek istedim.
Kitabın içeriğinde 8 kadının hikâyesi yer alıyor. Kitabın
bir araştırma ya da röportaj kitabı şeklinde çıkmamasını yazar, öne çıkarılacak
çok ayrıntının olduğunu ifade ederek betimlemeye değer nitelik taşıdığını
belirtmiş. İlk okumaya başladığımda ben de soru cevap bekledim kitaptan ama
öyle değildi. Hikâyeleri okurken sanki gökyüzünde bir pencerenin önünde oturmuş
olan biteni izliyormuş gibi hissettiriyor. O yüzden hikâye şeklinde yazılmış
olması bence duygu aktarımına katkı sağlamış.
Kitapta yer alan kadınların ortak yanı; şiddet,
tecavüz, değersiz görülme. Gazetelerin 3.sayfa haberlerinde karşılaştığımız,
ana haber bültenlerine konu olan cinayet haberleri. A kişisi kocası B kişisini
öldürdü, okuduğumuzda, izlediğimizde üzerinde çok da durmadan önemsemeden vah
vah deyip geçtiğimiz o kadınlar var bu kitapta. Birini öldürmek elbette bir
canlıya zarar vermiş olmak büyük bir sarsıntı. Bir kişi cezaevinde bir mahkûm
ise suçludur, yapmıştır bir kötülük o yüzden içeridedir. Toplum olarak da iyi
gözle bakmayız. Bu insanlar cezasını bitirip yaşama dönmüş olsa da hep bir acaba
olur kafalarda içeride yatmış birisi güven olmaz ön yargısı. Nedeni, niçini
bizim için koca bir hiçtir. Ne yaşadığı ne gibi travmalarla boğuştuğu ile de
ilgilenmeyiz. Kitapta kadınların kocalarını öldürme hikâyeleri olduğu için
yumuşatmış gibi görünmek de istemiyorum bunları söylerken. Cinsiyetçilik ile
ilgili bir durum değil asla tamamen dışarıdan insanı yönle bakmaya, görmeye
çalışmak ile ilgili. Kitabı okurken içten içe oh olsun dediklerim olmadı mı ne
yalan söyleyeyim oldu. Hak etmişti ama dediğim kocanın karısı, hâkim karşısına
çıktığında kendini savunacak hiçbir cümle kurmadığını okuduğumda anladım
yukarıdan izleyip yorum yapmak ile yaşamak birbirine çok uzak. Belki bu kitap
sayesinde onları hiç tanımayan insanlar biraz da olsa, çok azıcık hallerinden
anlasa aynı duruma düşecek başka bir kadına el uzatır. Ses olmak bile yetmez
mi?
Özellikle dikkatimi çeken bu kadınların pişman
olmadıklarını söylemeleri oldu. Her yolu deneyen bu kadınlar ailelerine
sığınan, polise başvuran bir umut kurtulmak için çabalayan bu kadınlar pişman
değiliz demişler. Belki de biz çok uğraştık yardım elini bize çok gördünüz
demek istiyorlar. İşledikleri cinayetler her gece rüyalarına giriyor olmasına
rağmen pişmanlık hissetmeyen kadınlar, ne kadar kanamışlar gerçekten nasıl canlarına
tak demiş anlıyorum.
Yaşadıkları cinsel şiddeti gizleyip, yaşadıkları
kaba kuvvetten şikâyet edip boşanmak isteklerini söyleyen kadınlara baba
evlerinin kapısı duvar olmuş. Babalarının bu evden gelinlikle çıkan kefenle
geri döner demesi, annelerinin emzirdiğim süt haram olsun bedduaları ile tıpış
tıpış şiddet gördüğü koca evine dönmek zorunda kalmışlar. Kültürel klişeler
burada yüzünü gösteriyor. Evlenirken hiçbir şekilde fikri alınmayan kadın
boşanmak istediğinde düşman görülüyor hem de kendi canından olan en yakınları
tarafından. Çok değil bundan bir 10 yıl önceye kadar bu söylemler aileler için
varlığını sürdürüyordu. Eminim ki hala kırsalda sürdürmeye devam ediliyor.
Evlendirdiği kızı boşanıp ya da kavga edip baba evine dönerse bu utançtır,
ayıptır. El âlem ne der, milletin ağzına sakız olacağız endişeleri başkası için
yaşamların sonucu kendi hayatını hiç etmektir. Kültürler ne kadar gelişim
gösterirse göstersin bu el âlem ne der kalıbından kurtulamamakta. Şekil
değiştirebilir ama varlığı sürmekte. Toplumlar evliliği, üremek neslini devam
ettirmek olarak gördüğü için çocuğuna değer verme ona söz hakkı tanıma
konusunda yetersiz kalmışlar. Evlenirsin çocuğun olur kızın olursa genç yaşta
hatta çocuk yaşta evlendirirsin, oğlan olursa askere gidip gelir hemen
evlendirirsin oğlan bir çocuk verene dek tepesinden ayrılmazsın çünkü neslini
devam ettirecektir ve buna onların ihtiyacı vardır. Toplum da buna odaklı
yaşamaktadır. Sadece kız çocuklarına değil oğlan çocuklarına da sormadan beşik
kertmesi yaparak bununla evleneceksin diyerek iktidar uygulamıştır aileler.
Evlilik çıkmazında ezilenler sadece kız çocuklar ve kadınlar da değil yani.
Anne- baba olmak bu mudur aile kavramı bu mudur? Toplumun yapı taşı dediğimiz
kurum böyle tahammül edilmesi zor kavramlarla mı doludur? Maalesef öyle hala
öyle görenler yaşamaya devam ediyor. Bir erkeğin karısına ben sana babandan çok
baktım dediğini duymuştum. Demek ki evlendirildiğinde o kadar küçükmüş ki
eşiyle baba evinde yaşadığı süreden daha fazla zaman geçirmiş. Babasından daha
fazla bakmış kocası. Kız çocuğunu kocası baksın diye dünyaya getirmekten başka
hiç mi amacınız yoktu gerçekten diye sormak istiyorum o ailelere. Eskiden
öyleydi denir, bizim zamanımızda öyleydi. Ne acı bir kabulleniştir.
Bir de şiddet gördüğünü söylediğinde kızına ben de
çok çektim, ne yapalım kaderimiz bu diyen annelerinden bahsetmiş kadınlar.
Kadın, kadının kurdu mudur? Anneden kurt olur mu? Kadına bazen en büyük zararı
erkek değil kadın veriyor. Yetmiyor bir de bu kadın onu doğuran besleyip büyüten
kadın annesi oluyor. Bir erkeğin zararından daha acı annenin zararı. Kaderine
razı olmasını, sessiz kalmasını isteyen bir anne ben de yaşadım diyerek aynı
şeyleri kızının yaşamasına razı gelen anne. Anne midir gerçekten sorusuna
objektif verebileceğim bir cevap yok ne yazık ki! Peki ya devletin koruma gücünü elinde taşıyan
polisler. Son zamanlarda hukuki olarak eşlerin ilişkilerini iyileştirmeye
yönelik yapılan çalışmalar var. Kadına yönelik şiddete karşı korumacı bir
politikaya geçildi. Gerçekten isteyerek korumaya çalışılıyor mu? Kadınlar
defalarca kere polise başvurduklarını barışırsınız ya da barışıyorsunuz
sonradan biz kötü oluyoruz diye baştan savma cevaplar ile evlerine gönderilmiş.
Evde bir dayakta bu sebepten yemişler. Mahkemeye çıkabilen bir kadın bu kez de
mahkemede barışırsınız denilerek ile eve yollanmış. Kaç kere intiharı
denemişler. Canından vazgeçecek kadar nasıl bir hayat yaşadıklarını anlamak çok
güç bence sözcükler yetersiz kalıyor.
Kitaptaki 8 öyküde cinayet biçimleri, yaşadıkları
hayat farklı olsa da hepsinin yaşadığı ortak sorun şiddet ve türleri. Sözlü
şiddete maruz kalmalarının yanında fiziki şiddete maruz kalıp sessiz bir köşede
yaşamak zorunda kalmaları. Hepsini okurken dişimi sıktım ama özellikle iki hikâye
beni derinden sarstı. Birisi beşik kertmesi ile olan kuzeni ile evlenmek
istemediği için utanç kaynağı olarak görülen kız çocuğunun zorla Ankara’da
yaşayan biri ile evlenmek üzere evden gönderilmesini anlatıyordu. Diğeri de
avlu onu uzun uzun anlatmak istiyorum çünkü ülkenin gündemine oturmuş
haberlerde yer almış bir olay. Ankara’ya kendinden yaşça çok büyük biriyle
nikâh kıyacak diye gönderilen kız çocuğuna hiçbir zaman nikâh kıyılmamış ve
kocasını öldürene kadar sürekli tecavüze maruz kalmış. Kocasının eve sürekli
birini getirmesi ile. Sonuç eşini öldürme suçundan mahkemede hâkim karışışında
çıktığında onu arkada izleyen 4 çocuğundan sadece birinci çocuğunun kocasından
olduğunu biliyor olması. Babası için kızının zorla beşik kertmesi ile
evlenmemesi kocasının onu başka birilerine pazarlamasından daha büyük utanç
kaynağıymış meğerse. Maalesef bu da toplumun ikiyüzlülüğünün bir örneği
köydekiler, mahalledekiler benim evimdeyken ne olduğu hakkında konuşmasın ama
koca evinde ne olduğu hiç önemli değil acı ama böyle acı bakış açısına sahip
insanlar var coğrafyamızda.
Bir evin avlusunda geçen iki kadının öyküsüne
geçmek istiyorum. 2008 yılında ülkenin gündemine cani eltiler olarak geçen iki
kadının yaşam öyküsü. Bu olayın haberini yazıyor olsaydım cani eltiler diye
başlık atar mıydım ya da bu olaya atılacak ne gibi bir başlığı uygun görürdüm
şu an kestiremiyorum ama bir habercinin hiç düşünmeden cani eltiler başlığı
attığı ortada. Canilik mi belki evet iki kadının neden cani olduğu altında
yatan nedenleri bilmeden başlıklar atmak bizim için çok kolaymış. Bu haber ile
bunu da sorgulama fırsatı buldum. İki gelin kayınvalide ile sürekli avluda
yaşam savaşı veriyor, yaşam savaşı diyorum çünkü sürekli kayınvalidenin
şiddetine maruz kalıyorlar her fırsatta gelinlerini döven, sözleriyle yaşamı
onları zindan eden de bir kadın. Sabıkalı kocalar annelerine asla laf etmiyor.
Küçük gelin Iğdır’dan para karşılığı Afyon'a getiriliyor yine daha çocuk yaşta.
Zaten tüm hikâyelerde çocuk gelinler. Genelde başlık parasını doğu illerimizde
kadınların sorunu olarak görürüz oysa Afyon gayet Ege Bölgemizde yer alan bir
ilimiz. Para ile satın alınan gelinin resmi nikâhı bile yok. Yine bir kavga
sırasında kayın valisinden dayak yiyen büyük gelin artık nasıl bir patlama
yaşamışsa kayın validesini öldürüyor, o sırada eve gelen eşini ardından eve
gelen kayınpeder de öldürülüyor. Zincirleme bir cinayet. Önce evden kaçıyorlar
sonra polise teslim oluyorlar. Polisler başta siz birini öldüremezsiniz diyor
inanmıyorlar. Düşünebiliyor musunuz iki kadının cinayet işlediğine
inanamıyorlar. Nasıl bir ruh halinde olduklarını, neler yaşadıklarını bir
bölümlük hikâye ile anlayamayız fakat bu kadarı bile cani etiketi koymanın
yanlış olduğunu gösteriyor. Haberlerde yer alan kadın cinayeti haberlerine kim
bilir kadın ne yaptı gibi yorumlar yapıldığına şahit oldum. Sizce cani eltiler
haberini okuyan kaç kişi acaba bu eltiler ne yaptılar sorusunu sormuş mudur?
Sanmam…
Hayatımızda yer alan kültürel davranışlarımızın
acı yüzleri bunlarla sınırlı değil. Çok güzel bir kültürel mirasımız var, çok
çeşitli kültürleri barındıran kültürel çeşitliliği olan bir ülkeyiz. Mirasımızı
gelecek nesiller sürdürsün de istiyoruz fakat olumlu yönleri kadar olumsuz
davranış kalıplarını da barındırıyoruz. Gelecek nesillere kültürümüzün güzel
yanlarını aktarsak keşke çünkü bu ülke yüksek değere sahip bir kültürle
anılmayı hak ediyor. El âlem ne der diye kaygı duyulacaksa biraz da bunlara
duyulsun!
0 yorum:
Yorum Gönder